top of page

Selin Balcı ile Biyo-Sanat

Artnivo.com, Şubat 2022

 

 

Rana Kelleci: Mikroorganizmalarla çalışmaya nasıl başladın?

Selin Balcı: 2002 yılında İstanbul Üniversitesi Orman Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra Morgantown, West Virginia’ya taşındım. Morgantown bir üniversite şehri ve büyük şehirlerin çoğundan da uzak bir mesafede. İstanbul gibi büyük bir şehirde yaşadıktan sonra böylesine izole bir şehre yerleşmek vaktimin büyük oranda bana kalmasını sağladı. West Virginia Üniversitesi’nde araştırma laboratuvarında çalışıyordum ve fotoğraf eğitimi almaya karar verdim. 2005 yılında aynı üniversitede Intermedia okumaya başladım. Aslında aklımda Bio-sanat üzerine çalışmak gibi bir düşünce yoktu. Bir gün hocalarımdan biriyle konuşurken, bilim bilgimi bir şekilde çalışmalarıma uyarlarsam çok eşsiz olabileceğini söyledi. Bu yorum beni laboratuvarda çalışırken, petri kabı içindeki mikroorganizmalara farklı bir perspektiften bakmamı sağladı.


Bilim geçmişimin ve deneyimlerimin bugün yaptığım işler üzerindeki etkisi çok büyük. Yaklaşık 10 yıl kadar orman patolojisi alanında araştırmacı olarak çalıştım. 2009 yılında Maryland Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar yüksek lisansına kabul edildiğim zaman disiplinlerarası çalışmaya karar verdim. Ancak o yıllarda bu alanda çalışan pek fazla sanatçı olmamakla beraber, çalışmalara ulaşmak da çok kolay değildi. Basılmış pek az kitap vardı ve sosyal medya bugünkü kadar gelişmemişti. Bu bir bakıma yararlı oldu, çünkü kimseden etkilenmem söz konusu olmadı. Kendi denemelerimle alternatif bir malzemeyi kullanma yöntemi geliştirdim.

 

_

“Küf mantarları metaforik olarak insanların eylemlerine atıfta bulunurken

aynı zamanda insan davranışlarının ve eylemlerinin

ekosistemimize olan etkilerini temsil ediyorlar.”

_

R.K.: Çalışmalarında mikroorganizmaları farklı yüzeylere yerleştiriyorsun, böylece izleyici onların yaşamlarını sürdürmek için yaptıkları faaliyetler ve birbirleriyle girdikleri etkileşimleri gözlemleyebiliyor. İnsan gözüne görünür olmayan süreçlere dikkat çekiyorsun. Sürece yöneltilen bu dikkati önemli buluyorum, çünkü son senelerde sonuç odaklı ekonomik ve toplumsal örgütlenmelerimizin ekolojik krizi nasıl beslediğine dair farkındalık artıyor. Sen üretimlerindeki süreç vurgusunu nasıl değerlendiriyorsun? 

S.B.: Projelerim geleneksel sanat pratiğini, bilimsel materyaller ve mikroskobik küf mantarları ile birleştiriyor. Çalışmalarımda canlı organizmaların sonsuz etkileşimlerini, mücadelelerini ve çatışmalarını gözlemleyebildiğim sentetik bir “dünya” yaratıyorum. Sınırların ve yaşam alanlarının oluştuğu resim yüzeyindeki mikroskobik küf mantarları metaforik olarak insanların eylemlerine atıfta bulunurken aynı zamanda insan davranışlarının ve eylemlerinin ekosistemimize olan etkilerini temsil ediyorlar.


Kullandığım mikroorganizmalar için oluşturduğum yaşam alanı her açıdan limitli bir ortam. Su, besin ve yaşam alanı limitli. Bunu sanki organizmalar için yarattığım bir dünya prototipi olarak da görebiliriz. Limitli alan, mikroorganizmaları birbiriyle çatışmaya ve savaşmaya itiyor. Bu savaş yaklaşık 2 ay sürüyor. Kısa bir zaman diliminde, bir petri kabı ortamında hızlı bir tükenme ve sürdürülebilir olmayan bir geleceği ortaya koyuyor. Dünyamızın da zengin bir besleyici petri kabından pek farkı yok. Bu süreci izlerken doğal kaynaklara ne kadar bağımlı olduğumuzu, iklim değişikliğinin yarattığı küresel tehditleri ve insan faaliyetinin yıkıcı sonuçlarının farkına varabiliyoruz.

R.K.: Mikroorganizma faaliyetlerini insanlarınkilerle benzeştiğini söylüyorsun. Mesela 2014’te sergilediğin “Bordered World” çalışmanda içinde küf mantarları olan petri kaplarını bir dünya haritası biçiminde duvara yerleştirmiştin; bu kıt kaynaklara sahip olmak için rekabet eden insanlığa dair ilginç bir metafor sunuyordu. Bunu, insanlığa yönelik bir eleştirinin yanında türleri birlikte düşünmeye ve insan-merkeziyetçi bakış açısından çıkma denemesi olarak da ele alabiliriz belki. Mikroorganizmalarla insanları nasıl beraber düşünebiliriz?

S.B.: Aslında yaşadığımız çevre temelde mikroskobik organizmalardan oluşuyor fakat bunları çıplak gözle göremiyoruz. Vücudumuz hem içeride hem dışarıda çok çeşitli mikroorganizmaları barındırıyor. Bakteriler en büyük oyuncular olmakla birlikte mantarlar, virüsler ve diğer mikropların yanı sıra tek hücreli organizmalara da ev sahipliği yapıyoruz. Bunlar birlikte insan mikrobiyotası olarak adlandırılır. Mikropların tehlikeli olması gerekmiyor mu diye düşünebilirsiniz. Bu biraz geniş bir yelpaze: bazıları patojendir, ancak bazıları olmamaları gereken yerlere girerlerse veya sayıları artarsa zararlı hale gelir. Bazıları da vücut için çok faydalıdır örneğin, sütün içinde bulunan şeker dizisini parçalamaya yardımcı olmak gibi. Yani her mikrobu kötü olarak nitelendirmemeliyiz.


Benim çalışmalarım etrafımızdaki görünmeyen canlıları görünür bir hale getiriyor. Özellikle kullandığım küf sporları genelde istenmeyen, tehlikeli, zararlı olarak görülürler, ama benim çalışmalarımda yeni bir hayat formu oluşturuyorlar. Ayrıca mantarlar (küfler, mayalar ve mantarlar) dünyanın geri dönüşüm programındaki en önemli oyunculardır. Mantarlar, sindirim eylemleriyle karmaşık malzemeleri daha basit olanlara ayırır. Buna bir başka örnek ise yaban otları. Yabani otlar hızlı büyürler, bu nedenle çıplak zemini hızla kaplayabilirler. Kökleri toprağı bir arada tutar ve rüzgârda veya yağmurda aşınmasını engeller. Yararlı yabani otlar toprağı gübrelemeye, nemi artırmaya ve hatta mahsullerinizin yararlanabileceği böcekleri çekmeye yardımcı olabilirler. Gereksiz, istenmeyen ve tehlikeli gibi adlandırabileceğimiz her bir canlının aslında bir görevi var. Dengeyi bozan biz insanlarız. Dediğin gibi insan merkeziyetçi bakış açısıyla, düşünmeden çevremizdeki canlıları yok ediyoruz.

R.K.: Çalışmalarında çok parçalı, soyut bir görsel dil kuruyorsun. Bu dil pratiğinde ele aldığın konuları, düşünceleri, arayışları nasıl yansıtıyor?

S.B.: Çalışmalarım aynı zamanda arazinin havadan görüntülerinden de ilham alıyor. Birkaç bin fit yükseklikten aşağıya bakarken gördüğünüz manzarayı düşünün. Bu yükseklikten yeryüzünün formu minimal, çok basit ve organik görünüyor. Yükselen ve alçalan bir topografya. Bu topografya yeryüzüne farklı bir nitelik kazandırıyor. Mikroorganizmaların resim yüzeyinde yarattığı şekiller, motifler bana yeryüzünün kuş bakışı görüntülerini hatırlatıyor. Ortaya çıkan formlar, insan faaliyetlerinin yeryüzü üzerindeki kuvvetli etkisini ya da ülkeler arasındaki fiziksel sınırları anımsatıyor. Oluşturduğum panelleri insanın doğaya olan etkisini vurgulamak için bir araya getirerek, üçgen, kare, dörtgen gibi geometrik dizilimler oluşturuyorum. Bu biraz daha organize olmuş, planlanmış bir düzen yaratmak için. İnsan eliyle, insan katkısıyla yaratılmış bir peyzaj, belki planlı olarak yaratılmış bir şehir haritası, ya da tarım arazisi olarak görülebilir.
Paneller oluşurken, her ne kadar hangi renklerin ve formların oluşabileceğini bilsem de fazla müdahale etmem mümkün olmuyor. Kontaminasyonlar nedeniyle bazı mikrobiyal oluşumlar şans eseri ortaya çıkabiliyor. Ama dizilimde benim karar mekanizmam devreye giriyor. Şans ile oluşan canlı formlar, bana görüntüye müdahale etme fırsatını veriyor. Bir anlamda, insan eli doğaya değiyor ve onda bir etki yaratıyor.

R.K.: Ekolojik kriz çağında sence biyo-sanat nasıl potansiyeller sunuyor?

S.B.: Ben kendi çalışmalarımda mikroorganizmaları kavramsal olarak kullanıyor olsam da birçok sanatçı biyo-malzemeler ile kullanılabilir objeler oluşturuyorlar; örneğin bitkisel deriler. Bitkisel ürünler, geleneksel deriden çok daha kolay yetiştirilebilir ve oluşturulabilir çünkü hiçbir hayvansal ürüne ihtiyacı yok. Büyütme işlemi sırasında, malzeme istenildiği kadar ince, kalın veya esnek olacak şekilde manipüle edilebilir. Biyo-malzemelerin üretimi popülerleştikçe moda endüstrisinde de kullanılabilir hale geleceklerini düşünüyorum ve tabi bu da daha sürdürülebilir bir geleceği sağlayacaktır. Doğada biyolojik olarak 100% parçalanabilen bitkisel bir giyim malzemesinin yaygın olarak kullanılmasının çevre üzerindeki etkileri inanılmaz olurdu.

-

“İstanbul’un giderek büyüyen hava, su ve

deniz kirliliği sorununa dikkat çekmek

için küf sporlarını kullandım.”

-

R.K.: Geçtiğimiz sonbaharda bir residency projesi için İstanbul’daydın. Süreç nasıl geçti, neler yaptın, biraz anlatır mısın?

S.B.: İstanbul Art Residency beni sanat pratiğimdeki iki önemli problemi çözmek zorunda bıraktı. Çalışmalarım çok uzun bir süreç sonrasında oluşuyor. Tek bir panelin yapımı 2-3 ay gibi uzun bir surede oluyor. Öncelikle, mikroorganizmaların bulunduğum ortamdan toplanması, renk ve formların oluşturması, daha sonra ise uzun bir muhafaza etme süreci başlıyor. İstanbul Art Residency sadece iki haftalık bir programdı. Türkiye’ye gelmeden önce çok iyi bir planlama yapmam gerekti. Ufak boyut çalışmam gerekti-ki genelde bütün çalışmalarım büyük yerleştirmeler şeklinde. İkinci problemim ise kullandığım malzemeler ile oldu. Stüdyomda kullandığım birçok aleti, dezenfekte malzemelerini ve petri kapları içerisinde yaşayan mikroorganizmalarımı Türkiye’ye taşımam mümkün değildi. Ben kullandığım mikroorganizmaları bitkisel maddelerden ve ağaçlardan topluyorum. Mesela Amerika’dan izole ettiğim bir mikroskobik mantarı, Türkiye’ye getirmem mümkün değil çünkü farkında olmadan, istilacı bir mantar türünü, farklı bir kara parçasına taşımış olabilirim ve bu da ağaç ölümlerine neden olabilir. Bu yüzden, eğer ki bir sergi de canlı bir eser sergilemişsem, o eserin sergi sonunda sterilize edilmesi ya da öldürülerek korunması gerekiyor. Ben son yıllarda epoxy resin kimyasalı ile çalışmalarımı kaplayarak hem organizmanın canlılığını durduruyorum hem de çalışmalarımı muhafaza edebiliyorum. Biyolojik malzemeyle çalışıyorsanız, bu tür problemlerin hepsine hazırlıklı olmak ve çözüm odaklı düşünmek gerekiyor. Sanırım iki haftada ortaya çıkarabileceğimin maksimumunu yaptım.

Residency süresince İstanbul’un çevre sorunlarına odaklandım. On altı milyonluk nüfusu ile İstanbul, Türkiye’nin en büyük şehri. Ne yazık ki nüfus artışı, sanayileşme ve hızlı kentleşme nedeniyle çevresel baskılar yaşıyor. Sonuç olarak İstanbul’un giderek büyüyen bir sorunu var; hava, su ve deniz kirliliği. Bu konuya dikkat çekmek için yıkıcı bir güç olarak küf sporlarını kullandım. İstanbul’un büyüleyici manzarasını yine kendi zemininden ve havasından topladığım küf sporları ile kontamine ettim. Bu proje aynı zamanda residency süresi boyunca yaşadığım çevredeki canlıları belgelediğim bir herbaryum görevi de görüyor.

Diğer çalışmamda ise, residency’deki sanatçılar görünmeyen mikroorganizmaları ile projeme katkıda bulundular. Her bir sanatçının Polaroid portrelerini çektikten sonra vücutlarından topladığım küf sporları ile görüntülerini yeniden oluşturdum. Her birinin benzersiz mikrobiyomu, portrelerini yeni bir gerçekliğe dönüştürdü. Her bir sanatçının vücutlarında barındırdığı mikroorganizmaları belirgin renklerle gözümüze görünür hale getirirken, görünmeyen konukçuların etkileşimleri ve doğal formları sanatçılara yeni bir kimlik kazandırdı.

R.K.: Bu ara masanda, ajandanda neler var?

S.B.: 2019 yılında Greater Baltimore Cultural Alliance Mary Sawyer’s Baker ödülünü kazanmıştım. 2020 Sonbaharında Baltimore Sanat Müzesi’nde bir sergim olacaktı ancak Covid nedeniyle sergi iptal edildi, 2022 içinde yapılması planlanıyor. Şu an bu sergi üstünde çalışıyorum. Ağustos ayında Mass MOCA Assets for Artists programında bir aylık residency programına gidiyorum.

bottom of page